GİDECEK YERİ OLMAYANLARA
Dalgın ve dargın değilim Cemal Süreya gibi hiç bir şeye ama her şey de bana o kadar yabancı ki!..
Öyle fotoğraflara da en ince ayrıntılara kadar da bakmıyorum. Televizyonlar, gazeteler, hele sanal basın, sanal ortam her şey zaten ulu orta.
İnsan bu evrenin en gelişmiş, en evrimleşmiş yaratığı, canlısı.
O yüzden “Uçmak için kuş olmak gerekmiyor”. Azıcık gözümüzü açsak, çoktan kanat çırpmaya başlarız.
Oysa o kadar ağzı açık var ki, yarısı ağzına bir şeyler konsun, avantası gelsin diye bekliyor.
Vicdan, terbiye, eğitim, insanlık. Hepside eğitimden geçiyor. Aileden, okuldan ve de çevreden. Sonuç toplum ve millet ortaya çıkıyor.
Kimisi o kadar aç gözlü ki, bir yüzük ile başlayan yaşamı, hanlar, saraylar da doyurmuyor. Oysa, Ağrı’ya gidince baksa ki orada Osmanlı döneminde1600’lerin sonunda yapımına başlanan yüz yılda tamamlanan İSAK PAŞA SARAYINı görecek;
Azıcık gerilere gitse, Beyşehir’de Kubadâbâd Sarayı, Kayseri’de Kubâdiye Köşkü’nü, Haydar Bey Köşkü’nü ve Hızır İlyas Köşkü’nü;
Oradan aşağıya inse, Konya’da Alaeddin Sarayı’nı ve Alanya’da da Alaiye Sarayı’nı görecek. Hepsi devasa birer yapı ama “ruhları” günümüz için ne kadar anlamlı. Çoğu, yıkık dökük. İstanbul’dakiler keza.
Kocaman şeyler beklemenin bir anlamı yok, oysa “küçük sevinçler olsun yeter” insana. İnsan olana.
Yaz geldi ya yine güneye düştü yollar.
Zaten içim buruk ve kırıktı Ankara’da Hastanelerin “Acil Servisleri”nde sabahlayan kılık kıyafeti anlamlı ama kırık, dökük ve kirli eli ayağı düzgün insanları;
Açlıktan karınları guruldasa da, tanımadıkları birinden bir çay bile içmeyecek kadar onurlu insanları görmekten.
Gele gele geldik güya turizm yörelerine. Sahillerde yol kenarlarında oturma bankları, çayır, çimen kuytu köşeler, hele hele şemsiye altları kumsallar birer acık hava oteli.
Çaresiz insanlar ile dolu.
Çocuklar bile sabahın köründe ellerinde bira şişeleri ile dolaşıyor.
Altta kumsala serilen kilimler, üstte de çarşaflar ile çorlu, çocuklu aileler.
Hele hele bir de dünya emperyalizminin elinde oyuncak olmuş zenci, kara yanık derili insanlar. Bütün bunları görünce yıllar önce Varlık Dergisinde okuduğum bir öykünün bir tümcesi aklıma geldi.
Her gün gittiği bara cebinde parası olmadan gittiği gün istediği bir kadeh viskiden dolayı yediği dayak ve kendisini baygın bulduğu gece ayazında atıldığı çöplükte uyanan İngiliz Maliye Bakanlığı üstdüzey yöneticisinin uyandığında kendi kendine söylediği söz:
“Demek ki bu ülkede, ONUR BİR KADEH VİSKİ BİLE ETMİYORMUŞ!. Sözün bittiği yer.
Sokakta sokak hayvanları aç ve susuz. Sahile bırakılıp kaçılan kedi ve köpekler, sahiplerinin izini koklayıp dönüp duruyor. Yol kenarlarında şehirlerde kuçaklardan düşmeyen köpekler, bırakıldıkları yol kenarlarında sahiplerini bekliyor, bir o yana bir bu yana döne döne.
Üç kuruşluk rızkını çıkarmak için dört karısı ile gelmiş arap turiste, bir şeyler satmaya çalışan yetmiş beşlik amca ve teyzelerden söz etmeye gerek yok ki.
Kim neyi bozdu, kim bu değirmene su taşıdı.
Elbette ki cehalet sevilir. Okuyup yazmaktan daha tehlikeli ne olabilir ki.
O yüzden gördüklerimin, yaşadıklarımın hepsi beni alıp alıp bir yerlere götürüyor.
İşte şimdi Cemal Süreya gibiyim. “Dalgınım; / Dalıp dalıp gidiyorum bu ara,/ Neyi nereye koyduğumu unutuyorum./ Dargınım;/ Kırıla döküle gidiyorum bu ara,/ İnsanlar o kadar acımasız ki;/ Kimi nereye koyduysam bulamıyorum…”
Yaşar Kemal Demirciler Çarşısı Cinayeti yapıtına ”O güzel insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler” diye başlar ve bu tümce ile de romanını bitirir.
Ben de böyle başlamasam da, öyle bitirmek istiyorum.
Bu ülkenin yurtseverlerinin bu satılmış çılgınlığa “dur” diyeceğine inanıyorum .
İnanmak istiyorum.