– “İkinci Bahar”, “Hayat Bilgisi” ve “Kavak Yelleri” adlı dizilerin de aralarında bulunduğu çok sayıda yapımda canlandırdığı karakterlerle izleyicinin kalbinde yer edinen, dizi, sinema ve tiyatroya ömrünün 62 yılını adayan usta sanatçı, çocukluğunda Samatya’da yaptığı Karagöz gösterilerini, yatılı okuduğu Galatasaray Lisesi’nden tiyatro sahnesine geçişini, Münir Özkul ile yaşadığı anılarını AA muhabirine anlattı.
Tarık Bey merhaba. Geçtiğimiz aylarda “Bursa Bülbülü” filmi ve “Ah Nerede” dizisi için Bursa-İstanbul arasında mekik dokuyordunuz. Öncelikle Bursa maceranızdan ve çekimlerden bahsedebilir misiniz? Nasıl geçti?
Merhaba. Bursa maceram sürekli bir macera olamadı maalesef. Buradaki diziden oraya, oradan buraya gidip gelmelerle geçti. Ama Bursa Otoyolu’nu çok iyi ezberledim. Yani neresinde ne var artık çok iyi biliyorum. Nerede kahve içilir, nerede durulur, nerede tuvalete girilir, hepsini öğrendim gidip gelmekten. Çünkü bazen sabah burada çalışıp öğleden sonra orada çalıştığım oldu.
Bayağı tempolu olmuş desenize?
Evet ama yani Bursa yolu artık eskisi kadar uzun olmadığı için hakikaten benim burada, şu anda bulunduğum evden sete gittiğim sürede, aşağı yukarı Bursa’ya gidebiliyorsunuz. Dolayısıyla zaman açısından sorun olmayınca, set ha burada ha Sultangazi’de ha Bursa’da olmuş çok fark etmiyor.
Yani insanoğlu kuş misali diyorsunuz?
Aynen.
Bursa Bülbülü”nü Ata Demirer başta olmak üzere Melek Baykal ve siz, çok renkli bir kadro ile çektiniz. Nasıl geçti çekimleriniz?
Evet. Bütün cast çok güzel dizayn edilmişti. Hakikaten çok değerli oyuncular vardı. Benim o kadar uzun değildi işim. 7-8 gün kadar çalıştım. Melek Baykal eşimi oynuyordu. Çok keyifli bir set ortamı vardı. Hatta o kadar çok dikkatimi çekti ki. Aşağı yukarı, başladıktan bir hafta sonra şöyle bir baktım sete, set yüz kişi falan. Kostümcüsü, kamera arkası, profesyonel olarak yapılması gereken bir kadro oluşturulmuş. Ben hiç bu kadar kalabalık bir kadroyla çalışmamıştım daha önce. O kalabalığa rağmen herkesin yüzü gülüyordu, çok ilginç bir şekilde. O kadar kalabalığın olduğu yerde birisi üzgün olur, birisi kızgın olur, birisiyle çelişir, çatışır. Hiç olmadı inanın.
Mutlaka sizin de enerjiniz çok yüksek ama Ata Demirer’in fonksiyonu da var galiba?
Gayet tabii. Aslında Ata Demirer çok fazla müdahil olmadı yani yönetmen o olmadığı için. Senaryo onun. Çok şeker, çok güzel bir senaryo yazmış, gerçekten çok beğenecek seyirciler izledikleri zaman. Onun için çok fazla şey yapmadı. O da bizler gibi, bir oyuncuymuş gibi hep durdu. Tabii ki senaryoyu kendi hayatından esinlenerek, daha doğrusu gerçek olaylardan yola çıkarak yazdığı için tiplemelerde, duruşlarda, duygularda hep sorduk, ‘Nasıldı o insan?’ diye. Gerçek insanları oynadık. Dolayısıyla onu bilen bir tek Ata olduğu için tabii ki herkesle çok yakından ilgilendi. Çok keyifli bir çalışma oldu ve çok güzel bir film çıkacak ortaya.
Sizin oynadığınız karakter, Ata Bey’in hayatının neresindeymiş?
Benim oynadığım karakter, seksenli yıllarda Bursa’da bütün müzik piyasasının babalarından biri. Babalarından biri derken müziği, klasik Türk musikisini çok iyi bilen, Bursa’ya, konsere gelen bütün o zamanın assolistleri Zeki Müren, Safiye Ayla vs. onlara eşlik eden eski bir müzisyen.
Peki sizin musiki ile teşrik-i mesainiz nedir? Sesiniz iyi midir? Şarkı söyler misiniz?
Söylerim de şimdi burası müsait değil. Burada bir eko var. Biz ‘hamam eko’ deriz ona. Hamamda göbek taşında şarkı söylüyormuşum gibi olur. Onun için burada söylemeyim ama çocukluğumdan beri hakikaten nereden geldiğini bilmiyorum. Çünkü ailede bir müzisyen yok. Bir önceki jenerasyonda da hiç yok. Ama hatırlıyorum, ben ilkokul çağındayken evde taş plaklar vardı. O taş plaklardan Zeki Müren’i, Abdullah Yüce’yi, Müzeyyen Senar’ı zevkle ve büyük keyifle dinlerdim. Nereden geldiğini bilemem Allah vergisi bir şey o demek ki.
Bursa’daki çekimlerden minik anekdotlar var mı anlatacağınız, kamera arkası, eğlenceli anılar?
Aslında çok fazla yok. Neden yok? Çekim biter bitmez hemen İstanbul’a dönüp, gidip çekime girdim. Esas işin keyifli tarafı, orada bütün ekiple birlikte olur. Setteki bütün o muhabbet, setin dışında repo günlerinde vs. yaşamaktır. Ama ben onları da yaşayamadım. Biraz koşturmacayla geçtiği için çok fazla yok ama her dakikası çok değerliydi benim için. Çok teşekkür ediyorum gerçekten. Hem BKM yapıma çok teşekkür ediyorum, inanılmaz bir organizasyondu hem de Ata Demirer’e teşekkür ediyorum. Beni o muhterem beyefendi olarak görmek istediği için. Sanırım altından kalkabildim.
En son “Ah Nerede” dizisinde izledik sizi. 1975 yapımı Gülşen Bubikoğlu ve Tarık Akan’ın başrollerini oynadığı filmden uyarlanan, Bülent İşbilen’in çektiği proje, dizi olarak karşımıza geldi. Önce bir kıyaslama yapıldı dizi ile film arasında. Ama ikinci bölüm itibarıyla galiba başka bir konu örgüsüne geçtiniz. Aslında bu filmler çok değerli. O eski sıcaklığı aradıkları için mi insanlar film ile diziyi kıyasladı? Bunun sizin için negatif ve pozitif tarafı ne oldu?
Daha önce de bu soru sorulduğunda daha doğrusu bu eleştiri geldiğinde hep söylediğim bir şey var; biz 1975’li yıllarda çekilen o muhteşem filmin dizisini yapmayı düşünmedik. Öyle bir sebeple yola çıkmadık. Çünkü muhteşemi, en güzeli yapılmış. Yenisini çekmenin hiçbir alemi yok. Niyetimiz de o değildi hiç bir şekilde. Dolayısıyla ‘O film mi daha iyi, yeni çekilen mi daha iyi’ karşılaştırması çok anlamsız geliyor bana. Bizim niyetimiz o değildi. Zaten öyle olsa bir sinema filmi çekerdik ki ben onun yapılmasına çok sıcak bakmazdım. Ama biz bir dizi yaptık. Yani bir film uzunluğundaki şeyden her hafta bir tane yapmak için yola çıktık. Dolayısıyla o filmin aynısını yapmamız söz konusu değildi. Hep anlattığım şey şu; o filmi seyrettik, hala seyrediyoruz. Büyük bir beğeniyle, keyifle bütün izleyiciler tekrar tekrar seyrediyor ve hala çok beğeniyor. Ama o film. Bunun başladığı ve bittiği nokta var. Hikaye başlıyor ve bitiyor. Hikaye bittikten sonra o insanlar ölmüyor, o insanlar yaşamlarına devam ediyor. ‘Ondan sonra ne oldu?’ diye merak edenler için biz diziyi yaptık.
Orada, Allah rahmet eylesin, Hulusi Kentmen’in karakteri, o babacan, tatlı aile reisini, evin başındaki babayı Hakim Şerbetlioğlu’nu canlandırdınız. Yakınlarınız böyle bir benzerlik beklentisine girdi mi acaba Hulusi Kentmen ile aranızda?
Vallahi beklentiye girmek diye bir şey yoktu. Yani Hulusi Baba’nın yerini benim doldurmam asla mümkün değil. Söz konusu değil gayet tabii ki. Ama cüsse olarak, biraz yaş itibarıyla herhalde uygun gördüler. Ama esas orada sembolik olan bıyık tabii ki. Size de taksam o bıyıkları…
Biraz Hulusi Kentmen olurum.
Biraz Hulusi Kentmen olursunuz. Dolayısıyla elimizden geldiği kadar, tabii ki o karakterin gerektirdiği duyguyu, sevecenliği vermeye çalıştım. Her ne kadar Hulusi baba gibi olamazsa da, nurlar içinde yatsın, elimizden geleni yaptık.
“Görsel sanatların hayatıma girmesini lise yıllarıma dayanıyor”Samatya’da geçen çocukluğunuzda Hacivat-Karagöz gösterileri yaparmışsınız mahalledeki arkadaşlarınıza. Oyunculuğa dair ilk adımlarınızı orada mı attınız?
Hayır. Oyunculuk nedir, ben bilmem ki. Hiçbir şekilde bilmiyordum. Nasıl demin söylediğim gibi taş plaktan Zeki Müren’i, Abdullah Yüce’yi dinlediysem aynı yani görsel sanatlarla ilgili hiç kimse yok ailemde. Kendi kendine oluşmuş bir şey. Mesela Tommiks, Teksas vardı o zaman. Çocuklukta çok okurdum. Onları hatırlıyor musunuz? Kitapların hep dikdörtgendir resimleri ve yan yanadır. Hepsinin genişliği aynıymış. Şimdi daha iyi fark ediyorum. Ben onları keser, yan yana birbirine film montajlar gibi negatif montajlar gibi eklerdim. Çubuğa sarardım, oradan buraya, buradan oraya geçirerek bütün hikayeyi böyle oynatırdım. Bunları düşünmüşüm çocukken. Böyle bir şey görmüş olma ihtimalim yok. Çünkü böyle bir teknik yok. Nasıl düşündüysem bilemiyorum. Karagöz Hacivat’a gelince de herhalde bir yerde izledim ben onu çocukken. Şimdi hatırlamıyorum. Bir bahçede ya da bir sinemada ya bir düğünde, çok ilgimi çekmiş demek ki. Sonra bir yerde ansiklopediydi galiba, Karagöz-Hacivat tasvirlerini buldum. Onları kasap kağıdı, yağlı kağıt deriz biz, onların üstüne çizdim, kestim, sopanın ucuna taktım, bir mum ışığında Karagöz oynattım. Nasıl bir zeka ve akılsa artık o çocuklukta bütün bunlarla uğraştım.
Bu sanatla çizim hikayeniz daha sonra mimarlığa da evrildi değil mi?
Evet, ama bunların sanatla ilgili olduğu hakkında bir fikrim yok ki benim. Yani sanatın ‘S’si ile ilgi alakam yok. Misket oynuyorum, çember çeviriyoruz, Karagöz oynatıyoruz. Böyle bir çocukluk geçirdim. Dolayısıyla sanatla tabii ki tanışma daha doğrusu görsel sanatların hayatıma girmesi lise yıllarıma dayanıyor.
Aileniz bu durumdan memnun muydu?
Vallahi çok fazla ilgili değillerdi. Çocuk oynuyor bahçede. Ne ile oynadığının çok önemi yok. Misket, çember, Karagöz, fark etmiyor.”
İlkokul sonrası Galatasaray Lisesi’nde yatılı okumuşsunuz. Ağabeyiniz Bülent de orada okumuş. Siz okulun haşarı, yaramaz çocuğu iken ağabeyiniz de sizin tam tersi imiş, öyle mi? O dönemleri biraz anlatır mısınız?
Evet yani çok tezat tabii. Ama genelde öyle oluyor, bu dikkatimi çeken bir şey oldu. Hep bakıyorum birinci çocuklar çok düzgün, ikinci çocuk tam haşarı oluyor. O kadar çok ailede rastladım ki ben buna. Herhalde ilk çocuğa çok ihtimam gösteriliyor. İkincisi ‘Tamam artık bu kendi kendine büyür.’ diye bırakılıyor. O da kendi kendine hayata tutunmaya çalışıyor gibi bir şey olsa gerek. Bunu psikologlar, sosyologlar daha iyi bilir elbet. Okul da aynı bunun gibi bir şeydi. Yani zeka seviyemiz büyük ihtimalle aynıydı ama yapımız farklıydı. Ağabeyim her sene iftiharla geçerdi. Bütün dersleri 10 idi. Çok iyi ders çalışırdı, çok başarılı bir öğrenciydi. Her sene iftihar listesinde birinci sırada ödül alırdı. Benim yapmadığım kalmadı. Hatta onuncu sınıfta müdür bey babamı çağırdı, ‘Bu çocuğu alın.’ dedi.
Ne dedi müdür, ‘Başa çıkamıyoruz’ mu dedi?
Evet, ‘Başa çıkamıyoruz, alın.’ dedi. Tabii yalnız başına ben değilim. O dönem böyle biraz okulu toparlama operasyonu gibiydi. Bir sürü arkadaş ayrıldı, başka okullara gitti. Ben ‘Ayrılmayacağım, bitireceğim okulumu.’ dedim. Ondan sonra da hiç kalmadan büyük bir başarıyla son iki senemi bitirdim. Benim okuldan çıkmamı isteyen müdür, daha sonra nikah şahidim oldu.
Öyle mi? Çok güzel bir anı.
Böyle hoş, böyle güzel anılarım var. Tabii ki Galatasaray Lisesi Türkiye’nin en önemli eğitim kurumlarından biri olmanın haricinde içinde insanı hayata öyle bir alıştırıyor ki. Sanatla, dünyayla, Anadolu’nun ücra bir köyünde yaşayan akranlarıyla tanıştırıyor. Hepsini bir araya getiriyor. Onlar bizden bir sürü şey öğreniyor, biz onlardan bir sürü şey öğreniyoruz. İnanılmaz bir hayata hazırlık bu. Yatılı okulların genelinde bu vardır ama Galatarasay’da bu çok daha fazla. Kozmopolit bir ortam olduğu için daha fazla.
Dönemdaşlarınız kimlerdi? Bugün bizim tanıdığımız aynı dönemde okuduğunuz kimler var?
Çoğu hariciyeci, çoğu yazar. Nedim Gürsel, Engin Ardıç, Ferhan Şensoy. Herkesin çok yakından bildiği isimler olarak söylüyorum.
Ümit Aktan’la da aynı dönemde miydiniz?
Ümit Aktan da aynı dönem ama o mezun olmadı, daha önce ayrıldı. Başka bir okuldan mezun oldu.
Kekeme miydi gerçekten o dönemde?
Yani konuşma zorluğu vardı. Tam içeriğini bilemiyorum gayet tabii ama ayrıldıktan sonra uzun zaman görüşmedik. Sonra birdenbire spikerliğe başladığını duyunca bir şaşırdım. Billur gibi, nasıl akıcı konuşuyor. Orada herhalde bir eğitim aldı ve düzeldi dedim. Yani çok da fazla hakkında konuşmak istemiyorum. Bilmediğim bir şey, yanlış bir şey söyleyip de kalbini kırmak istemem sonra. Sevdiğim kardeşimdir.
Peki Galatasaray Lisesi demirlerinin ardına kaçma hikayeleri çok bilinir ve konuşulur. Sizde var mı böyle kaçma hikayeleri?
Olmaz olur mu?
Nereye kaçıyordunuz mesela Beyoğlu’nda? Tiyatro mu, sinema mı?
Hayır. Nereye kaçacağız? Pavyonlara, meyhanelere kaçıyoruz. Tiyatroya kaçılmaz ki. Tiyatroya çarşamba günleri öğleden sonraları bizim çıkış iznimiz vardı, yani yatılı olanların. Öğle yemeğinden hemen sonra çıkıp akşam bitiminde geri dönerdik. Bu arada tiyatro, sinema vs. gibi sosyal etkinliklere o zaman giderdik. O zaman zaten kaçmaya gerek yok. Ama onun haricinde o parmaklıklar başka amaçlar içindi.
Hababam Sınıfı filmindeki maça kaçma için yapılan numaralar ve sahneler aklıma geliyor nedense sizin kaçma hikayenizde de?
Tabii, maça kaçmalar, gezmeye kaçmalar. Yani böyle kaçmalar vardı.
“Benim yerime Kemal Sunal Devekuşu Kabareye başladı”Lisede başladığınız oyunculuk serüveninizde daha sonra Cihat Tamer’in ekipten ayrılmasıyla, onun yerine Devekuşu Kabareye geçişiniz ve profesyonelleşme yolculuğu var. Ne kadar zaman birlikte yol aldınız?
Bir sezon tam değildir. Çünkü sezon bittiği zaman yaz turneleri için ben başladım. Sonra İzmir Fuarı oldu. Ondan sonraki sezonda ben Ergun Köknar’la Üsküdar Oyuncuları’na geçtim. Çok ısrar etti Ergun ağabey. Allah rahmet eylesin. Çok önemli bir büyüğümdür. Çok iyi bir ustaydı. Eşi biliyorsunuz rahmetli Suna Pekuysal idi. Yeni kurduğu tiyatroda ‘Gel hem oyunculuk hem de bana asistanlık yap.’ dedi. Kıramadım Ergun ağabeyi. Benim yerime de Kemal Sunal Devekuşu Kabareye başladı.
Sizin tabii bu arada Üsküdar Tiyatrosu’nun yanı sıra Ortaoyuncular’da Münir Özkul, Erol Günaydın, Ferhan Şensoy ve birçok usta isimle çok önemli projeleriniz oldu. ‘Şahları da Vururlar, Muzır Müzikal, Fişne Pahçesu, Çalıkuşu, Kibarlık Budalası dahil çok sayıda oyununuz var. Anılardan bir geçit yapabilir misiniz bize bu önemli isimlerle hatırladığınız?
Mesela Münir Özkul’la ilgili komik değil ama nakletmeyi isterim onu, bir anım var. Münir ağabey bayağı yaşlanmıştı birlikte oynadığımızda. ‘Soyut Padişah’ oyunuydu. Ezber konusunda birazcık zorlanıyordu, yaştan dolayı. Onun için de her oyundan önce replikleri yazdığı defteri vardı. Oradan geçer, çalışır, öyle çıkardı. Belli sözler var. Bazı sahnelerde öyle bir reaksiyon alıyor ki, öyle bir gülüyor ki seyirci, bir şey yapıyor. Ne yapıyor? Bilmiyorum. Söze bakıyorum sözlerde o kadar gülünecek bir şey yok. Ama bir şey yapıyor çok gülüyorlar. Ben hiçbir zaman tiyatroda kuliste oturup da antremin gelmesini beklemem. Oyun başladığı anda, salonun, dekorun arkasında dururum, sandalyem var, bütün oyunu seyrederim. Bugüne kadar kaç bin oyun oynadıysam da hepsinde aynı şey oldu.
Her oyun?
Her oyun. O çünkü onu yaşıyor, o işi yaşıyor. Baktım, bir teknik kullanıyor. Mesela şimdi yan yana böyle oturuyoruz.Seyirci karşıda, O bir şey söylüyor, ben bir şey söylüyorum. Espriyi yapacak olan benim. O sözünü söyleyip hazırlayınca espriyi hemen ben ondan alıyorum. Normalde nasıl söylersiniz? Böyle konuşup söylersiniz. Hayır. O oradan alıyor, çaktırmadan dönüyor seyirciye söylüyor. 3- 4 misli alkış alıyor. Bunu ondan öğrendim. Ama sorup öğrenmedim. İzleyip öğrendim. Ustalık bu işte. Usta çünkü bir şey öğretmez. Çırak öğrenirse o usta olur, böyle bir sistem. Neyse onun için Münir ağabey ile böyle bir hoş anımı da anlatmadan geçmek istemedim. Erol (Günaydın) ağabey zaten baş tacım, canım benim. Allah rahmet eylesin, nurlar içinde yatsın hepsi. Çok büyük katkıları oldu tabii zaman içinde. Hepsinin ruhu şad olsun.
Amin. Mimarlık fakültesinde okudunuz ama mezun olmadınız diye biliyorum. Ama resmi olmasa da mimari çizimleriniz oldu ve bu mesleği yaptınız sanırım, öyle mi?
Evet doğrudur. Kendi ihtiyaçlarımı çizdim. Kendi evimi hem iç dizayn hem de mimari olarak. Mesela iki tane fabrika binam vardır, 25 bin metrekare kapalı alan. Bütün mimari konsepti ve de makine yerleşimleri vs. bütün bunların hepsini ben yaptım. Ama bizim kendi ihtiyacımız için yaptım. Silivri’de bir çiftlik evi mimarisi yine bana ait. En son inşaatım da Bodrum’daki evimizde iki ağacın arasına torunuma bir ağaç ev yaptım.
Ne güzel.
Onun resmi olsaydı gösterirdim size. En son mimarlık hareketim o oldu.
Akademi’de okumanızın yanı sıra oyunculuğu ve aynı zamanda babanızın tekstil ve sanayi işini bir arada götürdünüz yıllarca. İkisi de apayrı işler. Kaç yıl yaptınız bu iki mesleği birlikte?
30 yıl yaptım. Tabii ilk başladığında sanayi formatında değil, atölye çapındaydı. Ama zaman içinde hem Türkiye’nin hem tekstilin Türkiye’de ve yurt dışında gelişimiyle büyüdük. Çünkü biz hep ihracat yaptık. İç pazarda pek bağımız olmadı. Ürettiklerimizi ihraç ettik. Bütün bu gelişmelere paralel olarak işletmede o küçük atölye bin kişinin istihdam edildiği, 50 milyon dolar ihracat yapan bir sanayi tesisi haline geldi. Bu otuz yıl kadar zaman aldı. Dolayısıyla bence çok çok büyük başarılar elde etti hakikaten.
Yorucu olmadı mı sizin için otuz yıl hem oyunculuk hem de bu işi yapmak?
Hayır tam tersi. Onunla ilgili birkaç şey söyleyebilirim. Birincisi ben tiyatroyu hiçbir zaman, tabii ki mesleğim ama geçimimi sağlayan mesleğim olarak görmedim. Dolayısıyla da o bakımdan çok rahattım. Yani herhangi bir şekilde tiyatro grubunda oynayamadığım zaman kazancım ortadan kalkmayacak. Çünkü başka bir kazancım vardı. Bu çok büyük bir rahatlıktı gerçekten. Çok büyük bir özgürlük ve kendinizi hiç kısıtlamadan, çok yenileniyor, geliştiriyor ve öğreniyorsunuz. Birinci söyleyeceğim bu. İkinci söyleyeceğim de bir fabrika işletmesini düşünün, ağabeyim ile ortak, beraberiz. Bütün bu işletmeyi o hale o getirdi. Sabah normal kahvaltınızı edersiniz, fabrikaya gidersiniz akşam 17.00- 18.00’e kadar, kaçta paydos ediyorsanız fabrikada durur, oradan evinize gelirsiniz. Ben eve gelmiyor, tiyatroya gidiyordum. Oyunumu oynayıp öyle eve gidiyordum. Dolayısıyla bütün gün 09.00-17.00 arası işin getirdiği stres, yorgunluk vs.yi sahneye çıkınca unutuyorsunuz. Yani sahnede başka bir şey düşünme hakkınız, öyle bir şansınız yok. Bu rehabilitasyon haline geldi bende. Yani gündüz yoruluyordum, akşam dinleniyordum gibi. Böyle bir otuz yıl geçti. Yani çok güzel geçti şükürler olsun.
Seyirci sizi televizyonda ilk kez “İkinci Bahar” dizisindeki “Vakkas Resuloğlu” karakteriyle tanıdı ve sevdi. Bu dizinin Samatya’da geçmesi, sizin de Samatyalı olmanızın etkisi sizin için çok büyük olmalı. Bir de Şener Şen, Türkan Şoray, Uğur Yücel ve güzel oyuncuların bir arada olmasıyla sıcak ve çok güzeldi, sizce de öyle değil mi?
Evet, yani o bambaşka bir proje tabii. Onun benzeri yapılmadı bir daha. O çok değişik şekilde dizayn edilmiş bir projeydi. Yani bir sinema filmi gibi düşünün. Çok uzun süren bir sinema filmi. Başı belli, sonu belli. Senaryonun tamamının hikayesi vardı. Ne zaman başlayacağı, ne zaman biteceği belliydi. Nitekim de 36 bölüm olarak planlanmıştı. Sarkmalardan ötürü bir bölüm uzadı, 37 bölümde bitti. Ama başladı, çekildi ve bitti. Şimdi inanılmaz, süreler uzun. Her hafta senaryo yazılması gerekiyor. Her hafta bir sürü şeyin yaratılması gerekiyor. Her şey belli olduğu zaman tutarlılığı yüzde yüz oluyor. Hiç bir kaçarı göçeri olmuyor. Iskalamıyor, tıkanmıyor tüm hikaye.
“2000’li yıllar ile 2020’li yıllar arasında çok ciddi bir kültür erozyonu farkı var””Hayat Bilgisi” dizisinde Perran Kutman ve genç bir ekiple birlikte ‘Amil Sağlam’ karakterinizle yine gönüllerde taht kurmuştunuz seyirci için, ne hissediyorsunuz o proje için?
Yani şükrediyorum.
O da uzun süren bir projeydi?
4 yıl kesintisiz devam etti. Baştan itibaren tuttu. Çok keyifle çalıştık. Yani hakikaten hayatımda çok önemli yeri olan bir proje.
İzleyici olarak biz o sıcaklığı aldık. Günümüz projeleriyle kıyaslayacak olsanız, şimdi de yeni bir projeden çıktınız. Aynı şeyleri hissediyor musunuz? Dönemler, ekipler, işler değişiyor. Ne düşünüyorsunuz?
Evet. Tabii bu soruyu sadece dizi piyasasıyla veyahut da dizi sektörüyle ilgili cevaplamamak lazım. O dönem 2000’li yıllar. 2000’li yıllar ile 2020’li yıllar arasında çok ciddi bir kültür erozyonu farkı var. İnsanımızın davranışı, birbiriyle olan iletişimi, etkileşmesi, ilişkileri, hepsi çok değişti. Dolayısıyla insanımızda genel olarak bir değişme var. Gençlerimize baktığım zaman, 20 yıl çok da uzun bir süre değil ama 20 yıl öncenin, o zamanın gençleri daha sorumluluklarının peşinde giderlerdi. Daha sorumluluk almak, yaptıkları işe yoğunlaşmak gibi özellikleri vardı. Şimdi gençlerde bunun çok azalmış olduğunu düşünüyorum. Bu da tabii başka bir dağınıklığı getiriyor.
Sizce neden oluyor peki bu değişim?
Bu bütün dünyada olan, iletişimin bu kadar çok rahat olması, sosyal medyanın hayata girmesi, bir de tabii ki eğitim politikalarından kaynaklı. Eğitimde eskiye nazaran daha iyi bir noktada olduğumuzu ben söyleyemiyorum maalesef. Bu faktörlerden biri. Onun haricinde bizim ‘Hayat Bilgisi’ni çektiğimiz dönemde diziler 70-80-90 dakikaydı süreleri. Dolayısıyla bir hafta içinde yani 5 günde, 70-80 sayfayı çok rahatlıkla çekebiliyorduk. Şimdi 140 sayfa istiyor kanallar. 140 sayfa iki misli demek ve süre aynı. O zaman ne yapılıyor? Çekim süreleri uzuyor ve uzaması halledilemiyor. İki ekip olarak çalışmaya başlıyorsunuz. 2 rejisör, iki ayrı göz, iki ayrı vizyon. Bu da yetmiyor. Artı iki misli yazan senarist var. Değişen hiçbir şey yok. Süre aynı, senarist aynı ama iki misli. O zaman ne oluyor? O zaman daha sıradanlaşıyor, daha yüzeyselleşiyor. Duygular kayboluyor. Bir şekilde o süreyi doldurmak için yapılmaması gereken şeylere başvurmak zorunda kalıyoruz. Çaresi yok. Bu dünyada başka ülkede rastlanan bir şey değil. Bizim ülkemize has bir durum. Ama böyle gidiyor işte.
Dijital platformlar o yüzden mi açıldı acaba?
Onların hepsi tamamen duygusal açılım bence. Sadece ticari şeyler onlar.
Peki Hayat Bilgisi’ndeki ‘Amil’ karakterini kel bir müdür olarak canlandırdınız uzun yıllar ve kafanızı kazıtıyordunuz. Hatta o dönemler kel olduğunuzu düşünüyorlardı diye hatırlıyorum?
Evet. Ben kendim kazıyordum. Onun da hikayesi çok ilginç tabii. Çok sevgili kardeşim Gani Müjde, çok severim ben. Türkiye’nin en iyi mizah yazarlarından olduğunu herkes biliyor. Bu dizi için görüşmeye gittiğimizde ‘Ağabey kel olacak.’ dedi. Ben de, ‘Benim jenerasyondan başı açık çok arkadaşım var, oyuncu.’ dedim. ‘Yok, ağabey ille sen olacaksın ama kel ol.’ dedi. Nasıl olacak? Peruk denedik. Çünkü o kadar çok profesyonel ve şimdi daha iyileri var, malzemeler gelişmiş. Kel bir rol varsa takıyorsunuz, algılanmıyor yani. Ama denedik olmadı. O dönemki kameraların özellikleri farklıydı, okudu. Yani belli oldu tam olarak. Olmadı, ne yapacağız? ‘O zaman kazıyacağız ağabey.’ dedi. Nasıl kazıyacağız! Gittik berbere bir güzel kazındık. Ondan sonra ben her gün tıraş olur, şöyle bir geçip üzerinden pırıl pırıl çıkartıyordum. Dört sene öyle gezdim. Ama esas ilginç, güzel ve komik tarafı da yazın Mayıs ayı sonunda dizi tatile giriyor, iki ay. Kesmiyordum. Brokoli gibi çıkıyordu saçlarım. Devamlı kazıdığım için daha gür çıkıyordu. Sonraki sezon sonunda gene başlıyorduk. Böyle bir hoş maceram var.
Bunu oyunculuk uğruna yaptınız.
Benim çok hoşuma gitti. Yani saçma sapan gelebilir başkalarına ama sanat uğruna, oyunculuk uğruna yani bilmiyorum. Benim hoşuma gitti.
Başka ne yaparsınız oyunculuk uğruna, nelerden vazgeçersiniz ya da daha başka nasıl değişimler yaparsınız?
Bugüne kadar yaptıklarımı yaparım gene. Yani mesela bütün o sanayicilik hayatım süresince, 30 yıl boyunca ben hiç yaz tatili yapmadım. Yaz tatili 15 gün ya da 1 ay ise onları hep tiyatro turnesi olarak kullandım. Bu bir vazgeçme mi? Bence değil. Çok da eğlenceli. Hiçbir şeyden vazgeçmek zorunda kalmadım. Tercihlerimi tiyatro yönünde, sanat yönünde kullandım. Ben hiçbir şeyden vazgeçmiş değilim.
İşleriniz için şehirlerarası dolaşsanız bile uzun yıllardır Bodrum’da yaşıyorsunuz değil mi?
Evet yani bir 10 seneye yakın oldu.
Orada bir konservatuar kurulmuştu, tiyatrosu yoktu. Siz de sonra Şehir Tiyatrosu’nun açılışını yaptınız diye biliyorum öyle mi?
Konservatuvarla onun ilgisi yok. Yani konservatuvar Bursa Sıtkı Koçman Üniversitesi’nin Güzel Sanatlar Fakültesi olarak Bodrum’da. O fakültenin oyunculuk bölümü, denizcilik bölümü, başka bölümleri de var. Bu uzun yıllardır orada zaten. Bir sürü öğrenci var orada oyunculuk okuyan. Şehir Tiyatrosunun kurulması ise bambaşka bir şey. Bundan 4 sene önce, önceki sevgili başkan zamanında, Belediye Meclisinin oy birliğiyle aldığı bir kararla kurulmasına karar verildi ve ondan sonra kuruldu. Kurulma amaçlarından birinin konservatuvarla şöyle bir ilgisi var: Bodrum’da bu kadar yetişen oyuncu var fakat Bodrum’da yerleşik tiyatro yok. Tiyatroların hepsi turneye geliyor. Tiyatrodan yoksun değil Bodrum ama gelip, oynayıp gidiyorlar. Dolayısıyla yerleşik bir tiyatro, onların kendilerini geliştireceği, pişirebileceği tiyatro yoktu. Bir o, bir de tabii ki Bodrum’un yerlisini, esas Bodrum’lu olanları, ‘Napıyon gari?’ diyen kardeşlerimizi, sevgililerimizi tiyatro ile tanıştırmak için kurduk. Onların bir tanışıklığı yok çok uzun zamandır.
Neler yapıyorsunuz peki tiyatroda? Projeler, oyunlar var değil mi?
Gayet tabii. Her yıl bir oyun koyuyoruz. Pandemi dönemi bayağı ara verdi maalesef hiçbir şey yapamadık. Tiyatroyu açamadık, gidemedik, oyun yapamadık. Hiçbir şey yapamadık. Ama pandemi etkisini azalttıkça ufak ufak şeyler yaptık. Şu anda oynanmakta olan 3 tane oyun var. İki tane de çocuk oyunu var Bodrum Belediyesi Şehir Tiyatrosunda. Gayet iyi gidiyor. Belediyenin çok kısıtlı imkanlarına rağmen önümüzdeki sezon yeni oyunlar konacak tabii.
Sizin yer aldığınız oyun var mı orada?
Tabii iki oyun. Şu anda onlar oynamıyor. İlk açılışta vardı 2 oyun. ‘Nafile Dünya’ ve ‘Batakhane Güzeli’. Onlar oynandı bitti. Onlar kalktı. Şimdi yeni oyunlar var.
Yeni sezonda bir oyunda siz de olacak mısınız?
İşte onu bilmiyorum. Şu anda oynanmakta olan 3 oyun var. Sonraki oyunlara bakacağız. Daha belli değil. Onunla ilgili bir gelişme yok şu an.
Hobi olarak marangozluk yapıyormuşsunuz?
Yalnız marangozluk değil.
Başka neler var?
Tesisat, inşaat, demir, kaynak. Daha ne yapayım?
Bir bünyede bir sürü yeteneği barındırıyorsunuz maşallah.
Elektrik tesisatı da yaparım, su tesisatı, gaz tesisatı, pis su tesisatı da yaparım. Daha ne yapayım?
Son olarak bir mesajınız varsa alalım efendim.
Öncelikle güzel yüzünüzü gördüğüm için çok mutluyum. Teşekkür ediyorum bu röportaj için. Bütün izleyenlere, okuyanlara, beni tanıyanlara, tanımayanlara hepsine sağlıklı, keyifli, huzurlu, mutlu günler diliyorum.
Biz çok teşekkür ederiz efendim sizinle bu güzel röportajımız için. Sağ olun.