
Ölüm, kendimi bildim bileli zihnimi meşgul eden büyülü bir muamma. Gündelik hayatın koşuşturması içinde bile, ara sıra durup bu soruyu sorgulamadan edemiyorum: Neden varım? Amacım ne? Albert Camus’un absürdizmi tam da bu sorunun gölgesinde doğan çatışmayı tanımlar. Bilmeyenler için absürdizm; insanın anlam arama tutkusu ile evrenin anlamsızlığı arasındaki uçurumu kabul edip, yine de yaşamaya devam etme hâlidir. Camus’a göre bunun yolu, anlamsızlığa teslim olmak yerine ona isyan etmek; özgürlük bilinciyle eylemlerimizi seçmek; tutkuyla yaşamak ve dayanışmayla yalnız olmadığımızı hissetmektir.
Bununla birlikte ben “varoluş bağımlılığı”nı, sabah ilk fincan kahvenin dudaklarımıza bıraktığı sıcak haz örneğiyle somutlaştırmayı tercih ediyorum. O tek damla, sadece o âna aittir; sonraki yudumda ilk tadı asla aynı tazelikte yaşayamayız. İşte bilincimiz, o ânı adeta kırılan bir cam gibi geride bırakır ve “ölmüş” bir kesite dönüştürür. Solan bir çiçeğin ardından kokusunu mumla aramak gibidir bu: geriye yalnızca anımsanan zayıf bir iz kalır.
Dolayısıyla ne Friedrich Nietzsche’nin “Bengi Dönüş”ü (sonsuz döngü) ne de Albert Einstein’ın blok evren modeli (geçmiş, şimdi ve gelecek dilimlerinin eşit gerçekliği) bizim gerçek deneyimimizi değiştirebilir. Her iki kuram da zamanın akışını sorgular; ancak biz, o döngü ve dilimler içinde yer almadığımızı fark edemeyiz. Bir düşünsel deney yapın: On yaşınızdaki benliğinizden kripto para almasını isteyin ya da yarınki halinizden güncel bir yorum duymayı talep edin. Başarılı olabilir misiniz? Elbette hayır, çünkü siz salt anlardan ibaretsiniz.
Unutmayın ki tıpkı doğum öncesi hiçbir anı hissedemediğimiz gibi, ölümden sonraki hiçbir an da bize kapalıdır. Ne geride bıraktığımız anlara ne de gelecekte bizi bekleyen anlara dair doğrudan bir temas mümkün. Bu yüzden ders diye bildiğimiz şey asla tam olarak alınmaz; anların süreklilik yanılsaması içindeyken bile, her an yeni bir “ilk” olarak karşımıza çıkar. Aksi takdirde geçmiş ve gelecekteki benliklerimizle köprü kurup onlarla iletişim kurabilirdik.
İngiliz fizikçi Julian Barbour’un vurguladığı gibi, “Asıl illüzyon, devamlı bir zaman akışıdır.” Bizim süreklilik inancımız, bilincimizin kesintisizmiş gibi algılanmasından doğar. Oysa madde, kütle ve ışık hızından önce “an”lar vardır. Kendi ömrümüz, bir flaş patlaması kadar kısadır; solan çiçeğe benzeyen geçmişimiz ve kırılan cam sesine dönüşen anılarımız yalnızca kırıntılardır.
Gözlerinizi her kapattığınızda bir nevi ölüsünüz. Gelecekte var olmadığınız o anlar için endişelenmek, boşa kürek çekmek gibidir. Bence yaşamı bu sancılı sorgudan bir nebze de olsa kurtarmanın yolu, her boş vaktinizi bu sorulara adamamaktır. Belki de yaşamın tek anlamı gerçekten “hayatın kendisi”dir ve biz de ona bu yüzden bağımlı kalıyoruz.