DELİ KIZIN TÜRKÜSÜ MASUM DEĞİLİZ HİÇ BİRİMİZ
Huyum kurusun hep bir şeyleri okur, bir şeylere bakar ve herkes için de nasıl iyi olur diye düşünürüm.
Bu küçükken ailede, “aman konu komşu elinde bir şey yerken görmesin, bulan olur, bulamayan da, insanların içini geçirtme (özendirme)” ile başladı;
Sonra okullarda, insan sosyal bir varlıktır, kendisi için olduğu kadar çevresi, toplumu ve milleti için de düşünmek ve yaşamak zorundadır ile sürdü.
İş yaşamında, “harama el sürülmez” ile ailede başlayan anlayış sürdü gitti. Bu devleti Çanakkale’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da şehit olup, milleti de Türk Milleti olsun diye her şeyini feda edenler kurdu; çocukları, torunları rahat ve özgür yaşasınlar anlayışı ve kutsiyeti ile eğittiler bizleri AİLEDE DE, OKULDA DA.
Bizler de “devletin malı yokun, yoksulun ve yetimin malıdır” diyerek gözümüz gibi koruduk. En azından yapmamız gerekenleri yaparken, korumamız gerekenleri korurken.
Her ne kadar, lise bitince başladığım ilk yüksek okulda bir iftira ile “sağ görüşlü öğrencileri darp” ile suçlayan yargı mensubu, olayın olduğu saate derste olduğumu bile sorgulamadan beni bugün yerinde yeller esen Antalya Kapalı Ceza Evine tıksa da;
Bir öğle vakti arkadaşlarım ile Hacettepe Beytepe’de öğrenci yemekhanesine giderken, bir 27 Nisan günü askerlere emir veren Saadettin Yüzbaşının emri ile sağ kaşım bir tüfek kabzası ile dört dikişlik yarılsa da, yedek subay iken sebepsiz sürgün yesem de, ilk ise başladığım kurumun Genel Müdürü ŞAHAP AR, “ben elamanlarıma güvenirim, güvenlik soruşturması falan istemem” demesiyle, kamuya, devlete olan geleneksel güvenim bir kat daha arttı.
Yanlış olan devlet değildi, yanlış olan devleti babasının çiftliği sananlar, devleti, “devletin malı deniz, yemeyen domuz” diye bilenler idi.
Bürokratik yaşamını sıradan bir masada başlayıp, devletin en tepelerinde bitiren;
Sosyal yaşam olarak doğduğu, büyüdüğü topraklara hep bir boynunun borcu olduğunu düşünen birisi olup, şehrimin Ankara’da ki derneğinde, yönetiminden vali, bakan, üst düzey yöneticiler çıkan yapıda yıllarca başkanlık ve yöneticilik yaptım; bu günler kapısına neredeyse kilit vurulmak üzere olan (eskiden her gün açılan yer, bu günler haftada sadece öğleden sonraları üç gün açılabiliyor) Antalyalılar Evini, dönemin başkanları Bekir KUMBUL ve Menderes TÜREL’in içten destekleri ile açtık ve yıllarca kendi kişisel ilişkilerimizi de kullanarak Ankara’da “Antalyalılar Portakal Gecesi” yapıp, Ankara ve Antalya’dan gelenler ile birlikte dertleştik, eğlendik, dertlere deva olmaya çalıştık.
Bu, bir Kamucu /Devletçi ve Halkçı bir yaklaşım idi. Her ne kadar bu durumlarda kaynak kamunun olsa da, emek, özveri ve az da olsa sorunlara çözümde yöneticilerin de elleri ceplerine gidiyordu, az maaşımızı öğrenciler ile, parası kalmamış hasta yakınları ile paylaşıyorduk.
Geçenlerde sanal ortam da bir video izledim, konuşan kişi on yıldır pirzola (et) yemediğini söylüyor ve bunun sebebinin “kendisi ve kendisi gibi olanlar” diyerek, süreci özetliyordu.
Buraya yazmak bile gereksiz, bu yazıyı görecek herkesin yaşadığı çarpıklıkları bir on bin lira maaş alıp, on yerden binlerce lira maaş alanları seçip, alkışlayanlara kızıyordu.
Hani söz ve müziği Yusuf Nalkesen’in Hüzzam Makamında bir şarkısı vardır ya, “Olanlar oldu, geçti artık, sen ne dersen de
Benim kadar suçlusun, suçlusun bunda sen de
Tek ben mi sebep oldum bu hâle gelmemize
Benim kadar suçlusun, suçlusun bunda sen de” diye;
Bugün olanlardan hepimiz öyle ya da böyle suçluyuz. Kimimiz yanlış yaparak, kimimiz yanlışı alkışlayarak, kimimiz yanlışı seçmeyi sürdürerek. Meral Okay’ın sözlerini yazıp, Uzay Heparı’nın bestelediği “Masum değiliz hiçbirimiz” diyen Sezen Aksu şarkısında:
“İçindeki çocuğa sarıl / Sana insanı anlatır/ Eller günahkar/ Diller günahkar/ Bir çağ yangını bu bütün/ Dünya günahkar” diyen Deli Kızın Türküsü gibiyiz.
Son aylarda kişisel sanal sayfamda ve gazete köşelerinde yeni şeyler yazmak içimden gelmiyor. Artık seçimler geçmiş, bir mesaj verilmiş ama bu hep aynı, kaybeden suçunu kabul etmiyor, kazanan da ne bedel ödedi ise, her şeyin sebebini kendisi sanıyor.
Bize küçükken, “emek olmadan yemek olmaz”, “elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde gelmez” derlerdi.
Hele bir de “Bayramda köpek canlanmaz” sözü vardır ki, ne diyeyim. Bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de bütün kazanan siyasileri, yoktan var olmuş yetim hakkı yese de zengin olmuşların hepsini iktidarda muhalefette hepsini alkışlıyorum. Aferin.
Onların derdi bu şatafatlı yaşamı sürdürmek, bu devranı döndürmek.
Eyyyyy, bütün bunlardan şikayet eden yurttaşım, senin derdin belli de, sen ne zaman “bal tutan, parmağını yalar”dan, “komşuda pişer, bize de düşür”den vazgeçeceksin.
Bu bir şikayet yazısı değil, farkındalık olsun diye. O yüzden kaç gündür elim kaleme gitmiyor.
Çünkü sen, ne kendinin, ne derdinin ne de senin derdin ile dertlenenlerin farkındasın.
Ne diyeyim!..