DÜNÜN ANKARASINI BUGÜN ARAMAK
Ninelerim, bir şeye özlem duymamak için, “Kimse, gördüğünden geri kalmasın”diye dikek dilerlerdi.
Benimde bugün biyolojik Evrim’e bir sözüm yok da, Sosyolojik Evrim’e isyan ediyorum
Evin büyükleri, okuduğum kitaplar nedense hep yaşamda her şeyin iyi ve güzelden yana olacağını söylerdi.
Hatta Nazım Hikmet bile, “inanın çocuklar motorları maviliklere süreceğiz” diyordu.
Gece yatağa aç giren çocuk olmayacak, sokaklarda mutlu ve huzurlu insanlar olacak, İnsanların sevgi dolu kahkahaları ile çınlayacakları sokaklar masallarda kalmış.
Hani Antalya’da “mutlu bir Hollandalı” olacaktı. Sokaklarda, apartmanlarda, yollarda lüks jiplerde kimler var siz söyleyin.
“Savaşlar olmasın,, insan ölmesin” dün bir şarkı sözü idi, bugün masal.
Bir de “hepimiz din kardeşiyiz” martavalı var di ki, “ört ki ölem!..
“Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” diye bir siz söylenmiş mı?
Dün insanlar rüyada mı yasamışlar ne, “sevgi kuşun kanadında”, “uçurtmayı vurmasınlar”!..
Üniversiteyi Ankara’da kazandığımı duyunca o yıllar Ankara’da okuyan bir akrabam, ikimize bir ev kiralamıştı.
Hoş bugün metre gidiyor ama o yıllar Yeni Mahalle dolmuşları ve treleybüs Ulus’a, otobüsleri ise Kızılay’a giderdi.
Biz de her iki yerden Hacettepe’ye yürür idik.
O yıllarda Ulus, kenar mahallerden, köyden, kasabadan gelenlerin uğrak yeri idi. Henüz bozası ile ünlü Anafartalar Çarşısındaki Akman Pastanesi de, diğer ünlü bazı lokanta ve pastahaneler de kapanmamıştı.
Kızılay ise, erkekleri kravatlı, tıraşlı, ıskarpin ayakkabıları boyalı; kadınları ise saçları yapılmış, dudakları rujlu, şık mantoları içinde orta halli insanların, hatta memurların dolaştığı bir yer idi.
Kavaklıdere, Çankaya dolayları ise, yabancı elçiliklerin çalışanlarının, hali vakti yerinde olanların yediği, içtiği ve yaşadığı bir yer idi.
Maltepe, Emek, Bahçeli ise bahçeli ve iki katlı evleri ile orta ve üstü halli, çoğunluğu memur Ankaralıların yeri idi.
Kışları havası kirli olsa da, insanları ve sokakları (çöpçüleri de grev yapmazlar ise) tertemizdi.
Sinemalar, tiyatrolar, opera ve bale salonları ayak altında uğranacak yerlerdi.
Çay bahçeleri ise, çay, ayran ve tosttan ibaret servisleri ile muhteşemdi.
Masaları tahta, masa örtüleri biraz yıpranık mı, dediniz.
Boşversenize, sevgi ile silinirdi.
Bunları yazınca kendimi tarih öncesi yaşamış bir dinazor gibi hissettim. Sanki asırlar öncesinden bahseder gibi.
Ben ki daha dükü çocuk, yıllar ise onlar ile sınırlı idi.
Gel gör ki, yaşananlar sanki yüz yıllar önce geçmişcesineydi.
Artık dünün Ulus ile Kızılay’ yok. Türkçe konuşanı henüz var.
Sanki bir el her ikisini de almış, bir leğene koymuş, yoğurmuş, yoğurmuş ve suyunu sıkmadan bırakıvermiş.
O zamanlar sadece AKP Genel Başkanı olan, Tayyip Bey, “siz gideceksiniz, biz geleceğiz” dediği zaman hiç kimse, gidecek “siz”in kim, gelecek “biz”in kim olduğunu anlamamıştı. İşin kötüsü, bugünün Kızılay ve Ulusu”na Akp’liler bile yabancı.
Her ne kadar “siz gideceksiniz, biz geleceğiz” denmişti ama doğru onlar, birkaç yılda yaptıkları rezidanslara, villalara, siteler içinde ki apartmanlara gitmişler, yerleşmişler, mal-mülk edinmişlerdi de gelenler biraz koyu tenli idi.
Muhalefetin ekabirleri de bizi bizimle başbaşa bırakarak onların yolundan hızla ilerliyor. İçiniz refah ölsün.
Ankara gittikçe ağaçsızlaşır, kurur iken, kendileri yemyeşil Atatürk Orman Çiftliği ile yeni yerleşime açılan yeşili bol rezidanslara dört çeker Jipleri ve Limuzinleri ile çekip gitmişler.
Alışverişlerini AVM’lerden yapar, yemeklerini Tower’lardaki restaurantlarda yer, caffelerini de Biristo ve Caffeelerde içer olmuşlardı.
Toplum ise aşılanan “R-Sendromu/Sürüngen Sendromu” hali ile her şeyden çok memnun.
Artık Kızılay’ın göbeğinde Ulus’t’a Çayyolu’nda her gün bir dükkanın kapanması sıradan; cep delik cebken delikti herkesin, esnaf da “sinek avlıyordu”.
Siyaseti, sadece Başkanlık, Milletvekilliği, Meclis Üyeliği kazanmak sanan seslenmek istiyorum;
Bu ülkede bütün güzel şeyler birer ikişer yok oluyor.
Eskiden memur ve emekliler şehri sayılan Ankara, artık yıllarını Devlete-millete vermiş emeklilerini memleketlerine uğurlarken;
Mültecilik, dünya’da insanlığın yüz karasıdır. Bir İnsanın yaşayabileceği en son dramdır. Acıdır. Ama,
Ankara’da da, ülkenin dört bir yanında da bir şeyler gözden kaçıyor.
Bir kaç yıl önce, üstünde “5 kilo altın getirmek serbest” kararından sonra, torbasına altını dolduranlar, bohçasını saranlar ülkenin cadde ve sokaklarına açtıkları dükkanlar ile, yerli esnaflar ile boğaz boğaza kavga ediyorlar.
Huuuu, Duyan var mı?