Gençler de eşlik ediyor devrimci türkülere.
Kadehler kalkıyor, kadehler iniyor durmadan.
Kalabalık bir grup. Birleştirilen iki masa tıklım tıklım. Yan tarafta biz.
Coşkuları bizi de coşturuyor.
Gençlerden biri “ Sabahattin Ali” diyor.
Olmaz olur mu!
Murat dokunuyor sazın teline. “ Başın öne eğilmesin”
Karşımda oturan arkadaşım, masanın üzerine eğilip “ Kim bu Sabahattin Ali?” diye soruyor
usulca.
Bizim Nazım’ın arkadaşı, diyorum.
İyi ki “ Nazım da kim?” demiyor.
Okunan bu türkünün sözlerini yazan kişi.
“ Ağladığın duyulmasın / Aldırma gönül aldırma”
Yetinmiyor bizimki, deşeliyor.
Zamanın gözü peklerinden, diyorum; katıksız bir devrimci. Aziz Nesin’le kafa kafaya verip
canına okuyorlar iktidarın. Dergi çıkarıyorlar mesela. Çıkar çıkmaz kapatılıyor dergileri. Ertesi
ay bir başka adla tekrar çıkarıyorlar . Makro Paşa, oluyor bilmem ne paşa. Ama …
–Sonra?
Sonra… Ne olacak ikide bir zindan. Şiirde geçen o “ deli dalgalar “ var ya Karadeniz’in
dalgaları onlar. Duvarlar da Sinop Cezaevi’nin duvarları.
Orası müze şimdi.
Değeri sonradan anlaşılanlardan Sabahattin Ali.
Şair.
Gelmiş geçmiş en büyük öykücülerden biri aynı zamanda.
Kısa kısa; ama dolu dolu yazıyor. Acı gerçeğimizi çarpıyor yüzümüze. Her cümlesi bir
Osmanlı tokadı!
Romanları da var. Üç tane. Hele hele Kuyucaklı Yusuf; hele hele Kuyucaklı Yusuf.
–Yaşıyor mu Hala?
Acı bir gülümseme yayılıyor yüzüme. ”Senin de dünyadan haberin yok!” diyorum içimden.
Para, para, para… İnsan biraz da…
Yok, diyorum; öldürdüler onu. Ölüsü bir yıl sonra bulundu tesadüf. Başını taşla ezmişler
uyurken.
–Evinde mi?
Hayır, sınırda; ormanda!
Arkadaşım öylece kalıyor bir müddet ; sonra garsonu çağırıyor masaya. “ Bize bir büyük
daha! “
“Nasıl yani!”diyor.
Bir hazin öykü” diyorum; anlatırım sonra.
Sonra müzik yeniden başlıyor Turguaz’da
“ Ayın şavkı vurmuş sazım üstüne / leylim ley”
Mustafa Esmer Cengiz