SİYASİ İKTİDAR MÜCADELESİ Mİ YOKSA?
Sosyal ve siyasi olaylara bakarken, süreçlerinin en başından bakmak gerekir. Nerede ve neden başladı, gerekliliği nedir diye.
Osmanlı bir beylik olarak kuruldu mu? Evet.
Peki, o dönem “Osmanoğlu Beyliği” ile birlikte kaç beylik vardı?
Daha ilgili soru olarak, Osmanlı kaç “Beylik”ten ibarettir?
Yanıt: 29.
Bu kadar beylik, eyalet, özerk tanınmış bölge var iken, neden hepsi “Osmanlı” bayrağı altından toplandı, bir görüşe göre, 1299’da Söğüt’te, diğer bir görüşe göre de 1302’de Yalova’da.
Konu bu değil zaten, öyle ya da böyle Osmanlı Beyliği/ Devleti/ İmparatorluğu, 14’üncü yüzyılda kurulmuştur.
Sona ermesi ise, Osmanlı adına Bahriye Nazırı Rauf Bey tarafından, Limni (Limni veya Ilımlı adası, Gökçeada’nın güneybatısındadır. Osmanlı kaynaklarında “Tin-i Mahtum” ada olarak da geçer) adasının Mondros Limanı’nda demirli Agamemnon zırhlısında 30 Ekim 1918 akşamı imzalanan MONDROS ANTLAŞMASI ile fiilen;
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, 1 Kasım 1922’de Saltanatın ya da Padişahlığın kaldırılması ile hukuken sona ermiştir.
Bir “beylik”ten devlet, bir devletten imparatorluk olmuş, çağ açmış çağ kapatmış;
Yetmedi beyliğin beyi iken devletin başı Padişahı, o da yetmemiş, İslamın Halifesi olmuştur.
Gel gör ki, devlet devlet gibi yönetilmeyince, “kahtı rical”, “kifayetsiz muhterisler” dönemi ile başlayan süreç, onu ülkesinin, başkentinin, hatta sarayının bile işgaline kadar götürmüş;
En sonunda da Padişah/Sultan/Halife Mehmed Vahdeddin (Osmanlı İmparatorluğu’nun 36. son padişahı ve İslamın 115. halifesi) 17 Kasım 1922’de ülkeden ayrılarak Malta’ya gitmiştir.
Bir yandan ülke işgal edilir, parçalanırken, Saray/Saltanat diğer yanda da, bir avuç yurtsever asker Gelibolu Yarımadası/ Çanakkale’de, I. Dünya Savaşı sırasında 19 Şub 1915 – 9 Ocak 1916 tarihleri arasında İtilaf Devletleri savaşmaktadır.
Mustafa Kemal Paşa (Atatürk) ve arkadaşları bir yandan ülkenin kurtuluşu için savaşırlarken, diğer yandan da yeni devletin kurulması için 23 Nisan 1920’da Ankara’da TBMM’yi açmakta;
Diğer yandan da Sakarya Meydan Savaşını (22 Ağustos-13 Eylül 1921) yapmaktadır.
Bu süreç, ta ki 9 Eylül 1922’de düşmanın İzmir’de “denize dökülüşüne” kadar sürmektedir.
Ardından yeni ülke, yeni bir devlet (Türkiye Cumhuriyeti Devleti), yeni bir başkent (Ankara), yeni bir yönetim (Cumhuriyet) ve
14 Mayıs 1950 günü yapılan seçimler ile de 1923’te başlayan zorunlu 27 yıllık tek parti devri sona erer ve Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Demokrat Parti (DP)’li, Demokrasi tarihi süreci başlar.
DEVLET, DEVLETİ BİLENLERCE YÖNETİLİR.
DEMOKRASİ DE, ANCAK YURTTAŞLARININ DEMOKRAT OLDUĞU BİR ÜLKEDE YAŞAM HAKKI BULUR.
Her ne kadar ilk demokrasi tarihimiz olarak sayacağımız siyasi süreç, 14 Mayıs 1950, 1954 ve 1957 seçimlerinin DP tarafından kazanılması, ülkenin kurucu partisi CHP’nin muhalefet konumunda olarak 10 yıl boyunca sürmüş ise de,
Bu süreç, 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesine kadar sürmüştür.
Darbenin /İnkılap hareketinin gerekçesi ise:
Partizan bir idare kurulması ve hukuk devleti vasfının ortadan kalkması, Plansız bir yatırım politikası ve suistimaller, Enflasyonist bir mali politika ve hayat pahalılığı, Fikir hayatı üzerine baskı ve basın hürriyetini tehdit, Tek parti diktatoryasının kurulması ve Büyük Millet Meclisinin meşruluğunu kaybetmesi, olarak görülür ve;
Demokrasiyi korumak ve kollamak amaçlı Silahlı Kuvvetler yönetime el koyar.
İşte bu ülkenin sorunu da böyle başlar.
O kadar meşakketler çekilerek kurulan bir Devlet, Cumhuriyet ve halka ve siyasilere güvenilerek geçilen Demokrasi süreci, iktidarı ele geçirenlerin, kendilerini her şeyin üstünde görmeleri ile başlayan bir süreç, maalesef bir askeri darbe ile son buluyordu.
Her ne kadar bu askeri darbe sonucunda ülkenin bu güne kadar gördüğü “EN DEMOKRATİK ANAYASA” yapılsa da, o günün koşullarında gerçekleşen “askeri darbe”nin savunulacak tarafı yoktu.
Hele hele Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın iktidarlarında yaptıkları şeyler sorgulanabilirdir ya da yargılanabilirdi ama idamlarının savunulacak tarafı yoktur.
1961 Anayasası ile sağlanan demokratik haklar ve yurttaşların eğitimlerinin bir süreci olarak toplumsal olarak bir demokrasi ve demokratik ortam zirvesi yaşanmıştır. Gel gör ki bu süreç, yönetenleri rahatsız etmiş, emekçi kesimlerin “hak alma” mücadelelerinde ki başarıları hakim sınıfları rahatsız etmiş, yurtiçi ve yurtdışı etmenlerin de etkisi ve katkısı ile 12 Mart 1971, askeri darbesine kadar gelinmiştir.
Bunu dönemin CIA Türkiye Masası İstasyon Şefi Paul Henze 12 Eylül 1980 darbesini Amerika’ya “The boys in Ankara did it. (Ankara’dakiler yaptılar.)” şeklinde rapor etse de, bunun kamuoyunda ki algısı “y/our boys have done it (seninkiler yaptı/bizim çocuklar işi bitirdi/başardı)” şeklinde olmuştur.
Bu süreçler de yeni bir krizin sebebi olmuş ve 28 Şubat 1997’de ki MGK toplantısı ile amacı ve sonuçları bugün bile hala tartışılan ve her kesimce ayrı bir sorunca varılan yepyeni bir “28 ŞUBAT” süreci başlamıştır.
Her ne kadar Dünya ekonomik ve siyasi süreçleri de değişmiş, Kapitalizm yeni bir aşamaya geçmiştir ama bu kez “askeri darbeler” dönemi de bitmiştir. Sıra, bu süreçlerin siviller ve sivil toplum aracılığı ile yürütülmesine gelmiştir.
2000’li yıllarda ise “Milenyum Çağı” başlamıştır. Bu dönemde, 14 Ağustos 2001 tarihinde Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 3 Kasım 2002’de yapılan Milletvekili /TBMM/ Genel Seçimlerde tek başına iktidar olması ile de yeni bir döneme girilmiştir.
Türk devletlerinin tarihsel süreçteki yapısı ve devlete yönelik düşünceleri ise Oğuz Kağan efsanesi ile M.Ö 200’lerde başlar. Devleti kurma ütopyası II. Göktürkler’den kalan Orhun Yazıtlarında, bağımsızlık bilinci vurgulanarak başlar ve Türk kağanlarına nasihatler de, devletin merkezinin olması gerekliliği vurgulanır ve Çin’in entrikalarından uzak durulması gerektiğine işaret edilir.
Bu kadar devlet ve yönetim geleneği bulunan bir millet ve devletin hala bu kadar çalkantılı dönemler yaşamasını açıklamak zordur.
Bu yüzden bugün bir “28 Şubat” öyküsü ve tarihi anlatmak istemedim. Herkes dilediği yerden, bu sürece nasıl gelindi, yurtiçinde ve dışında kimlerin etkileri ve katkıları vardı bunu da merak eden araştırsın.
Beni çok şaşırtmayan, hatta azıcık da tebessüm ettiren bir olay ise, 28 Şubat sürecindeki “Çevik” bir paşanın, Emekli olduktan sonra İsrail ile olan ilişkilerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün danışmanlığını yapmasıdır.
28 Şubat’ı bir de böyle okusak mı? Ne dersiniz?
Bizim köyde bu gibi durumlara, ağa ile marabanın öyküsüne öksünerek, ” Ağa, kasabaya giderken traktörün direksiyonunda sen vardın, dönerken de, o zaman biz bu herzeleri neden yedik” derler!..
İbrahim UYSAL